KİTAP İNCELEMESİ – YURTTAŞLARDAN LORDLARA

KİTAP İNCELEMESİ – YURTTAŞLARDAN LORDLARA

KİTAP İNCELEMESİ – YURTTAŞLARDAN LORDLARA

YAZAR HAKKINDA BİLGİ:

Ellen Meiksins Wood, Kanada York Üniversitesi'nde siyaset bilimi profesörüdür. Peasant-Citizen and Slave: The Foundations of Athenian Democracy (Köylü-Yurrtaş ve Köle: Atina Demokrasisinin Temelleri), The Pristine Culture of Capitalism (Kapitalizmin Kadim Kültürü), The Origin of Capitalism: A Longer View (Kapitalizmin Kökeni: Geniş Bir Bakış), Democracy against Capitalism: Renewing Historical Materialism (Kapitalizme Karşı Demokrasi: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması), Empire of Capital (Sermaye İmparatorluğu) başlıca kitaplarıdır.

KİTAP İNCELEMESİ:

Yurttaşlardan LordlaraWood “Yuttaşlardan Lordlara eskiçağdan ortaçağa batı siyasi düşüncesinin toplumsal tarihi başlıklı kitabında, siyaset teorisinin toplumsal tarih sürecinde siyasi düşünürlerinin fikirlerini incelerken, bu düşünürleri dünyalarını şekillendiren toplumsal ve politik süreçler bağlamında da ele alma amacı güderek, Eskiçağ siyaset felsefesinin özellikle yurttaşlık ve sivil eşitlikle ilgili temel düşünce mirasının, belirli ortaçağ bağlamlarında nasıl parodoksal biçimde eşitsizliğe ve tahakküme yol açacak ya da meşrulaştıracak şekilde uyarlandığını, söz konusu siyaset teorisi geleneğini analiz etmek bakımından incelemektedir. Bu çalışmada sadece göze çarpan iki konu eleştirel süzgeçten geçirilecektir.

Sürekliliklerin altını çizerek açıkladığı Emperyal Roma’dan feodalizme geçiş sürecini, mülkiyetin özerk bir güç olarak devletle gerilim içinde ama gene de belli bir anlaşma biçiminde Batı’ya özgü gelişimi özelinde “egemenliğin parsellendiği” feodal dönem şeklinde anlatarak (Wood, 2013: 175-181) Batı’da feodal parçalanmanın en dikkate değer istisnasının İngiltere olduğunu, önemli yerel otoriteleri olan yerel seçkinlerin, feodal lordlar gibi değil, merkezi devletle uyum içinde hareket ettiklerini, egemenliğin parsellenmesinin kök salmadığı bir toplumsal ve siyasal yapılanma olduğunu (a.g.e., 184-185), İngiliz feodalizminin paradoksunun, mülkiyetin tam feodalleşmesinin koşulunun merkezi monarşi, onun yasaları ve mahkemeleri, yani parsellenmiş egemenliğin yokluğu olduğu şeklinde ifade eder (a.g.e., 186).

Wood, feodalizmin doruğa ulaştığı zaman bile, Avrupa’da toprak sahipleri, köylüler ve krallar arasındaki tipik “feodal” ilişkilerin dışında başka toplumsal düzenlerin varlığından bahsetmekle birlikte, bunların hiçbirinin “iktidarın parsellenmesi” olgusundan kaçamadığını vurgulamaktadır (a.g.e., 182-183). Ancak, parsellenmiş egemenlik kavramının Ortaçağ Avrupa tarihinde böylesi bir etkisi varken, İngiltere’nin bu anlamda nasıl bağlamın ötesine geçtiği konusuna değinmemiştir.

Wood, “Din, Felsefe ve Hukuk” başlığı altındaki bölümde ise, değişik dinsel geleneklerin dinle felsefe arasındaki ilişkilerinin boyutu üzerine yaptığı tartışmada Batı Hıristiyanlığında tanımlayıcı ilkenin seküler ve ruhani alanlar arasında kendi alanları olduğu (Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrıya düşüncesi), bu Hıristiyanlığın ayırt edici düalizminin ise, teoloji ve klasik siyaset felsefesi arasında teorik açmazlara yol açtığı, İslamın ise kendi asıl alanıyla teoloji alanı arasındaki sınırlarla uğraşmayarak felsefeyle daha kolay uzlaştığı, bu ayrımın Latin Hıristiyanlığındaki dinle felsefe arasındaki ilişkilere yaklaşımın feodal toplumdaki kurumsal düalizme dayandığı, (a.g.e., 197-202) bu düalizmin köklerinin ise Platon’a, Aristoteles’e ve Cicero’ya kadar uzanan bir siyaset teorisinin zaman ve bağlama göre uyarlanması sonucu olduğunu belirtir.

Cicero’nun doğal hukuk kavramının, Platon’un ruhani felsefesinin dünyevi Roma siyasetinin söylemine aktarılması olarak anlaşılması gerektiğini (a.g.e., 155) ifade eden Wood, Cicero’nun böylece, doğa yasalarına göre üstünlerin, aşağıdakileri yönetmesinin her iki tarafın da çıkarına olduğu yolundaki Roma düşüncesine felsefi altyapı sağladığını belirtmektedir (a.g.e., 155).

Hıristiyanlığın Roma emperyal devletiyle birlikte geliştiği ve Roma emperyal düşüncesiyle ayrılmaz biçimde ilintili olduğunu vurguladıktan sonra (a.g.e., 157) Batı’da her birinin kendi dünyevi kurumları ve hiyerarşisi olan, dünyevi ve ruhani, iki eşit güç kavramı geliştirildiğini, bu Batı Hıristiyan düalizminin temelinde ise, Roma mülkiyet rejimi ve bunun yol açtığı kamu-özel düalizminin yattığını (mülkiyet ve devlet ya da dominium ve imperium yan yana var olabilen otorite düzenleriydi) belirtir (a.g.e., 158). Roma stoacı felsefesinin çoğu ve Roma hukuku bu belirli dengeyi sağlamaya odaklanmıştı; devletin imperium talepleri savunulurken, özel dominium’un kutsallığı pekiştiriliyordu (a.g.e., 159). Ayrıca, Paulus’un Yahudi tekilliğine karşı, Sezar’ın hakkını Sezar’a veren kozmopolitliği, emperyal otoritenin sorgulanmasını engelleyen bir zemin oluşturmaktaydı (a.g.e., 161). Paulusçu ikili otorite yapısı, günah kavramına dayanmaktaydı (a.g.e., 162). Batı siyaset geleneği bu günahkar insanın üzerinden şekillenmektedir.

Augustinus’un doktrininin özü, insanlığın ilk günahla lekelenmesiydi (a.g.e., 166). Bu doktrindeki temel amacı, bireysel özgür irade ilkeleriyle kadercilik arasındaki çelişkiyi çözmekten çok, Tanrı’nın kentiyle dünyevi kent olarak iki kent kavramından bahsetmektir (a.g.e., 166). Yine ona göre, bu dünyada her kişi ve kurumun adil ya da haklı bir düzen için değil ama güvenlik ve fiziksel rahatlama sağlayabilmek için emperyal otoriteye itaat etmesi gerekmektedir (a.g.e., 169). Böylece Augustinus Hıristiyanlığı, ahlaksız dünyevi yönetimleri meşrulaştırma yolu olarak konumlandırıyordu (a.g.e., 172).

Wood, yukarıda kısaca özetlenen Batı düalizminin kökenleri ve bunun Ortaçağ siyasal ve toplumsal yansıması olan ikili otorite yapısının Batı Hıristiyanlığına özgü ve İslam siyasal alanıyla ilgili olmadığını açıklıyor; ancak İslamın da aynı şekilde Platoncu hatta Aristotelesçi etkilenmelerini vurgulamakla birlikte bu tarz siyasi düşünce teorilerinin İslamı nasıl etkilediği ve bu farklı gelişim sürecinin itici gücü konusuna değinmemektedir. Böylesi bir din felsefe ilişkisinin tartışma alanının Wood’un çalışma konusunun dışına taştığı düşünülebilir; ancak bağlamın vurgulandığı böyle bir çalışmada bu farklılıklara, karşılaştırmalara değinilmesi önem teşkil etmektedir.


Dilek ŞAHİN

  • Etiketler

  • Sende Yorumunu Bırak

    • Hakkımızda

      Bir zamanlar TRT’de yayımlanan “Az Gittik Uz Gittik” adlı yarı çizgi film, yarı belgesel tadında bir program vardı. Hiç kaçırmadan izlerdik. Yine Jules Verne’nin kaleme aldığı macera romanı “80 Günde Devrialem”i severek okur, çizgi film uyarlamasını ilgiyle takip ederdik. Meğer tüm bunlar içimizde filizlenen dünyayı gezme aşkını...Devamı

      • Safaride yolumuza çıkanlar
      • Lviv, Ratusha Tower
      • Palmira
      • Changdeokgung Sarayı
      • Kültür köyü
      • Cusco
      • Şeytan Boğazı
      • Saint Sophia’s Katedrali
      • Kutubiye Camii
    • Dünya Kazan, Biz Kepçe